23 Ocak 2016 Cumartesi

Balkan Göçü: 1912 – 2012 Yüz Yıllık Sürgün

 

Türklerin ve Müslüman halkların, her milletten Hıristiyanların yan yana yaşadığı bir halklar tapınağıydı Balkanlar. Yüzyıllar boyunca kardeşçe bir yaşama kucak açmıştı. 19. yüzyılın başında Yunanistan’da patlayan ve Türklerin toptan kıyımıyla sonuçlanan isyan tüm Balkan ülkelerine model oldu. Osmanlı Balkanlar’dan atılırken, onun uzantısı sayılan Türkler, Arnavutlar, Boşnaklar, Pomaklar ya katliamlara uğradı ya da süngülerin önünde Türkiye’ye sürüldü. Son darbe, yüz yıl önce, 8 Ekim 1912’de başlayan Balkan Savaşları’yla vuruldu. Atlas, Balkan Savaşları’nın yüzüncü yılında Balkanlar’ın kimliğini değiştiren sürgün ve kıyımları araştırdı.
Mustafa Erşen, henüz 12 yaşındaydı. Babası ve annesi arabaya “yorgan, minder, kıyafet, üç beş torba bulgur, un koydular ve para, altın ne varsa eşyalar arasına sakladılar”. Diğer aileler de aynı şeyi yapıyorlardı. Herkes can derdine düşmüştü. Şehirden çıkıp mezarlık yanından geçerken babası ölmüşlerinin ruhuna dualar okudu. “Ata yurdunu” bir daha görmemek üzere yola çıkmışlardı.
Hikâyesini çok sonraları, 1963’te, ölümünden iki yıl önce bir deftere kaydetti. “Esas memleketimiz, yani doğduğum yer, şimdiki Yugoslavya’nın Makedonya eyaleti; Üsküp vilayetinin Osmaniye, en son adıyla Pehçevo kasabası. 1912, Ekim 13 salı günü, alafranga saat 13-14 arasında idi şehri terk ettik” diye yazdı.
Agâh Kavasoğlu da 12 yaşındaydı. Savaş bulutları Avrupa ufkunu sarmışken, 1912 felaketini yaşamış babası, onu göç yollarına düşen komşularının arasına kattı. İstanbul’da bir adres ve bir isim verdi. 1937’de baba ocağı Manastır’dan yola çıktı. Savaştan sonra geri döneceğini düşünüyordu belki ama babasını ve geride bıraktıklarını bir daha göremedi.
Mustafa Erşen, Atlas’tan çalışma arkadaşım Mustafa Türker Erşen’in dedesiydi. Agâh Kavasoğlu da bir başka arkadaşım Servet Kavasoğlu’nun babasıydı. Onlar yüz yıllık bir kasırganın topraklarından sürüp attığı milyonlarca insandan sadece ikisiydi. Geldiler ve yeni bir ülkede, yeni bir hayat kurdular. Ama unutmadılar; kasabalarının, akraba ve arkadaşlarının anısı zihinlerinde hep canlı kaldı. Mustafa Erşen, bir daha göremediği yurdunu son ana kadar özlemle hatırladı ve hatıralarını çocuklarına miras bıraktı. Agâh Kavasoğlu, biraz daha şanslıydı, 70 yıl aradan sonra iki oğluyla birlikte Manastır’a gitti ve evini aradı. Manastır çok değişmişti, Agâh Bey’in hatırladığı sokaklar, evler yok olup gitmişti. Israrla bir çınarın izini sürdü ve çınarı bulduğunda evini de buldu; daha doğrusu artık evinin olmadığı noktayı buldu. Çocukken hep yaptığı şeyi yaptı; çınarın kovuğuna girdi, ağladı, ağladı. Yıllarca gelmek için can attığı yerde daha fazla kalmak istemedi. “Gidelim” dedi.
Yıllardır Balkanlar’la ilgileniyorum, Balkan ülkelerini adım adım dolaşıyorum. Her gittiğim yerde, Türkiye’ye saçılmış akrabalarından bahseden insanlarla karşılaşıyorum. Osmanlı’nın Balkan coğrafyasında bıraktığı en hüzünlü miras bu bence. Kosova’da Melami tekkesinin şeyhi Abdullah Rahte dedesinin anlattıklarını nakletmişti: Türk ordusu çekilirken, subaylar Türk ahaliyi toplamışlar ve şöyle demişler: “Biz gidiyoruz. Bundan böyle yeni bir devletiniz olacak, biz gelinceye kadar itaat edin.” Türk askerinin gelişini beklemek bir yana, Türklerin göç için gerekli eşyayı toplamaya bile zamanı olmadı. “O kadar fenalık yaptılar ki, bak, yüz yıl sonra kendi kötülüklerinde boğuldular” dedi Abdullah Rahte. Sırpların bugün düştüğü durumu, ilahi adaletin tecellisi olarak görüyordu.
Tabii Sırplar ve onlar gibi davranıp, topraklarını Türklerden ve Müslümanlardan temizlemek gayesiyle katliamlar ve sürgünler tertipleyen diğer Balkan devletleri bu yüz yıllık süreçte büyük bedeller ödediler. Ama vazgeçmediler; 21. yüzyılın şafağında bile 19. yüzyılın hayaletlerine esir olmaktan kurtulamadılar. En son 1989’da yüz binlerce Türk, Bulgaristan’dan sürüldü. 1990’lı yıllarda Bosna Hersek’te Boşnaklar, Kosova’da Arnavutlar en vahşi soykırım ve sürgün hamleleriyle karşı karşıya kaldılar. Makedonya’da Makedonlarla Arnavutlar arasındaki çekişme etnik bir vahşete dönüşmek üzereyken son anda önlenebildi.
Şu sahne unutulmazdır. Kosovalı gazeteci Burbuçe Ruşiti, etnik gerilimin tırmandığı günlerde, daha birkaç yıl öncesine kadar çocukluğunu ve gençliğini paylaştığı Sırp arkadaşıyla karşılaştığında ve o arkadaşı onu görmemiş gibi yapıp yüzünü çevirdiğinde, dedesinin öğüdünü hatırlamıştı: “Unutma, Sırp komşu yastığının altından bıçağı eksik etmez!” Dedenin geniş bir tarih belleği vardı; iki yüz yıldır Balkanlar’da bıçağın işinin bitmediğini biliyordu.
Balkanlar şimdi, gökyüzünün fırtınadan sonraki durgunluğunu andırıyor. Ne yazık ki, iyimser olmak, bu havanın bir daha asla bulanmayacağını düşünmek için henüz çok erken. Çözümsüz bırakılan ve belirsiz bir geleceğe ertelenen sorunlar şurada burada fokurdamaya devam ediyor. Yeni bir fırtına çok daha kanlı olabilir ve şu sıralar rüzgâr ekmeye devam eden epey bahçıvan var. O yüzden Makedonya’da, Kosova’da, Romanya’da, Yunanistan’da her nasılsa kalmayı başarabilmiş küçük Türk azınlıklar ya da Bulgaristan’da iktidar ortağı olacak kadar büyük bir nüfusa sahip Türkler hâlâ güvenli bir gelecek hayal edemiyorlar. Belirsizlik ve korku hüküm sürüyor. Toptan yok edilme tehlikesini, büyük bir direnişle göğüsleyen Boşnaklar ve Kosovalı Arnavutlar hâlâ uluslararası topluluğun desteğine muhtaçlar.
Bugün Balkanlar’da, tarihçi Kemal Karpat’a göre, 10-11 milyon civarında Müslüman yaşıyor. Bu da toplam nüfusun yüzde 18’ine tekabül ediyor. Arnavutluk’ta Müslüman Arnavutlar yüzde 70’le, Bosna Hersek’te Boşnaklar yüzde 40’la, Kosova’da da Arnavutlar yüzde 90’la çoğunluğu oluşturuyorlar. Bu ülkelerden sadece Kosova’da 15 bin civarında küçük bir Türk azınlık var. Makedonya’da ise Türklerin sayısı 100-150 bin kadar ve toplam nüfusun yüzde 4’ünü oluşturuyorlar. Buradaki Arnavutlar ise nüfusun yüzde 25’i. Romanya’da 110 bin, Yunanistan’da 140 bin Türk yaşıyor. Türklerin en yoğun olduğu ülke ise Bulgaristan. 7 milyonluk toplam nüfusun yüzde 10’a yakını Türk, ancak sayıları 300 bine yaklaşan Müslüman Pomaklar ile 350 binden fazla Romanlar bu orana dahil değil. Onlarla birlikte ülkedeki Müslüman nüfus Kemal Karpat’a göre en az 1,5 milyondan fazla. Sırbistan ve Karadağ’da ise Boşnak, Arnavutların oluşturduğu azınlıklar var.
Tüm bu rakamlar, aralıksız devam eden sürgün ve katliamlara rağmen, Türklerin ve diğer Müslüman halkların Balkanlar’ın insan haritasındaki varlığını sürdürdüğünü gösteriyor. Pek o kadar uzak olmayan bir geçmişte, durum çok daha farklıydı. Romanya’nın Dobruca bölgesinde, Bulgaristan’ın doğu, orta ve güney bölümünde, Trakya ve Selanik dahil Makedonya’nın doğusunda Müslümanların çoğunluğu Türk’tü. Arnavutluk’ta, Kosova’da, Makedonya’nın batısında Arnavutlar ve Bosna Hersek’te de Boşnaklar bugün olduğu gibi çoğunluğu oluşturuyorlardı. 1831 Osmanlı sayımına göre, Rumeli’deki Müslüman nüfus toplam nüfusun yüzde 37,5’ini oluşturuyordu. Sonraki sayımlar da buna yakın oranlara işaret ediyordu. 1860’larda, Çerkes sürgünü yaşandı ve Kemal Karpat’a göre çoğunluğu Çerkes yaklaşık 600 bin Kafkasyalı Osmanlı egemenliğindeki Balkanlar’a yerleştirildi.
Bütün bu nüfus, Hıristiyanlarla yüzyıllarca bir arada yaşadı. Balkanlar’daki seyahatlerim sırasında o eski yaşamın kimi narin ve kırılgan sahnelerine tanık oldum. Prizren’de, Yakova’da, Saraybosna’da, Üsküp’te, Köstence’de her biri farklı etnik topluluklara ait olsalar da yakın zamana kadar ortak dil Türkçeyi konuşan insanlarla tanıştım. Giyimi kuşamı, konuşması ve davranış biçimleriyle birini diğerinden ayırmanın imkânsız olduğu bu insanlar yüzlerinde, can çekişiyor da olsa Osmanlı’dan miras bir hayatın çizgilerini taşıyorlardı. Ataları da aynen onlar gibi bir arada yaşamıştı ve o zamanlar birbirlerinin boğazına sarılmaları için herhangi bir nedenleri yoktu.
Selanik’in tarihini yazan Mark Mazower, 20. yüzyılın başlarında yaşamış bir Yahudi çocuğun otobiyografik öyküsünü özetler. Öykü, “şafak vakti müezzinin sesiyle başlar. Arnavut ev sahipleri, bir Bulgar olan manavlarını Osmanlı jandarmasının gazabından korurken, hali vakti yerinde Müslüman anne babalar çocukları için Hıristiyan sütanneler, meyve bahçeleri için de Rum bahçıvanlar tutardı. Yalmanlar’ın önündeki kuyuyu mahallenin Türkleri, Rumları, Bulgarları, Sırpları, Ulahları ve Arnavutları kullanırdı.”
Etnik ve dini aidiyetleri farklı insanların barış içinde yaşaması, Batılıların akıl erdiremediği bir sır olagelmişti. “Kilise, cami ve sinagogun yan yana durması ve bir derviş ile Fransisken rahibin kol kola gezebilmesi” onlar için hayret vericiydi. Bu topraklara hoşgörü eken dervişleri tanımıyorlardı. Onlardan biri, Prizren’deki Melami tekkesinin şeyhi Abdullah Rahte’ydi. Goralıların (dağlık bölgede yaşayan Türkler bu adla anılıyor) yaşadığı Brod köyünde kolumdan tutup beni bir evin önüne götürmüştü. “Bak” demişti, “işte Osmanlı!” Beyaz, küçük, mütevazı bir köy eviydi. Sokağa bakan penceresi yoktu. Abdullah Efendi, o güzelim Kosova Türkçesiyle fısıldadı:
“Penceresi yok, üyle mi? Yok çünkü evin bir huzuru olmalı. Sokağa da huzur gerek!” Demek ki Balkanlar, bir zamanlar kardeşçe yaşama kucak açacak bir olgunluğa sahipti. Ne olduysa, Balkanlar’ın üzerinde Avrupai hayaletler dolaşmaya başladığında oldu. Batılı fikir akımlarından beslenen ve Batı’da olduğu gibi etnik bakımdan homojen ulus devletler hedefleyen siyasal hareketler ortaya çıktı. Müslümanlar ve Türkler çoğunlukta oldukları ya da güçlü bir azınlık olarak yaşamlarını sürdürdükleri bölgelerde ulus devletlerin oluşumunun en büyük engeli olarak görülmeye başlandı.
Mora Türklerinin Kaderi
İlk kanlı tasfiye hareketi 1820’li yıllarda, bugünkü Yunanistan’ın güney ucunda, Mora Yarımadası’nda yaşandı. Yunan başpiskoposunun “Hıristiyanlara huzur! Konsoloslara saygı! Türklere ölüm!” sözleriyle bir daha hiç dinmeyecek kin ve düşmanlığın fitili ateşlendi. Yunanistan’ın bağımsızlığını hazırlayan 1821 isyanı, buradaki Türklerin toptan katline dönüştü ve tüm Balkan ülkelerine model oldu. Yunan ayaklanmasını anlattığı 1861 tarihli kitabında George Finlay, şunları yazdı: “Adamlar, kadınlar ve çocuklar hiç acımadan ve sonra da pişmanlık duyulmadan öldürüldüler… İşlenen suç bir ulusun suçu idi.” Alison Phillips 1897’de yayımlanan kitabında öldürülen Türklerin sayısının 25 bin olduğunu yazdılar.
Yunan isyanından sonra Türk ve Müslüman nüfusu hedef alan isyanlar giderek arttı. Ancak Sırbistan ve Romanya’dan kovulanlar dışında Balkan Müslümanları ağırlıklarını korumaya devam ettiler. İlk büyük tehcir ve katliamı görmek için 93 Harbi’ni (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı) beklemek gerekecekti. Savaştan bir yıl önce Bulgarlar ayaklanmış, Türkler ve Bulgarlar kanlı bir çatışmanın içine sürüklenmişlerdi. Karşılıklı katliamlar 39 gün boyunca devam etti. Kimi tarihçilere göre bin Türk, dört bin Bulgar öldü. Rusya öteden beri aradığı bahaneyi bu çatışmadan elde etti ve 24 Nisan 1877’de “Avrupa iradesi, Hıristiyanlık vicdanı ve medeni dünyanın arzusu adına suçlu Türk’ü cezalandırmak ve zavallı Bulgarları kurtarmak misyonuyla” savaş ilan etti. Savaş kısa sürdü ve Osmanlı için sert bir yenilgiyle sonuçlandı. Berlin Kongresi (1878), barışın şartlarını belirledi. Makedonya, Osmanlı’ya bırakıldı. Bulgaristan toprakları ikiye bölündü. Kuzeyde Osmanlı Devleti’ne bağlı bir Bulgaristan Prensliği, güneyde de başında Hıristiyan bir valinin bulunduğu Doğu Rumeli vilayeti kuruldu. (Doğu Rumeli 1885’te Bulgaristan tarafından ilhak edildi.) Bosna-Hersek ve Yenipazar sancağı Avusturya’ya verildi. Sırbistan, Karadağ ve Romanya bağımsızlıklarını elde etti, Dobruca Romanya’ya verildi. Teselya Yunanistan’ın hissesine düştü.
Büyük Muhaceret
Bu savaşın Osmanlı için toprak kayıplarından çok daha ağır sonuçları oldu. Sivillerin doğrudan hedef alındığı ilk ve en acımasız savaştı. Kaybedilen topraklarda ve sonradan Bulgaristan olacak ülkede yaşayan Türkler, toptan kıyıma ve sürgüne tabi tutuldular. Bir milyonun üzerinde insan süngülerin önünde yollara düştü ve bunların yüz binlercesi can verdi.
Bulgaristan, Türklerin en yoğun yaşadıkları Balkan ülkesiydi. Savaştan önce, yani 1877’de, Tuna vilayeti ile Edirne vilayetinin Filibe ve İslimye sancaklarında yaşayan Türklerin (aralarında Çerkesler de vardı) sayısı 1 milyon 500 bin ila 1 milyon 700 bin civarındaydı ve toplam nüfusun yarıya yakınını oluşturuyordu. Osmanlı, Rus, İngiliz, Fransız kaynakları her iki halkın nüfusunun aşağı yukarı aynı olduğunda birleşiyordu. Örneğin Tuna vilayetine bağlı Rusçuk, Sofya, Tulça ve Varna sancaklarında Türkler; Vidin ve Tırnovo’da ise Gayrimüslimler çoğunluktaydı. Gayrimüslimlerin arasında Bulgarlardan başka Rum, Yahudi, Ulah ve Ermeniler de vardı. Bu da hiçbir yerde Bulgarların, etnik bir grup olarak çoğunluğu sağlayamadıkları anlamına geliyordu.
Savaş ve ardından yürütülen saldırılar bu durumu önemli ölçüde değiştirdi. Osmanlı’nın elindeki bölgelere sığınanların sayısı 515 bindi. Savaştan sonraki beş altı yıl içinde 52 bin Türk daha ülkeyi terk etti. Bulgaristan’ın 1887 yılı nüfus sayımında ülkedeki Müslümanların sayısı 672 bin olarak tespit edildi. Göç edenlerle kalanların sayısı toplandığında başlangıçtaki 1 milyon 500 bin rakamına ulaşmak mümkün olmuyordu. 250 binden fazla Türk’ün akıbeti meçhuldü. Meçhul değildi aslında; küçük bir kısmı kuşkusuz, savaşlarda ve çatışmalarda can vermişti. Ama ezici çoğunluğu katliama uğramıştı, sürgün sırasında açlık ve hastalıklara kurban gitmişti.
Öyle olaylar yaşandı ki, savaştan önce “Türk vahşeti”ne ilişkin haberler yapan Batılı gazetelerin muhabirleri ortak bir bildiri kaleme almak gereğini duydular. Aralarında Times, New York Herald, Republique Français, Frankfurter Zeitung, Daily Telegraph gibi büyük yayın kuruluşlarının da bulunduğu 21 gazete ve derginin muhabiri “Bulgaristan’ın suçsuz Müslüman ahalisine karşı işlenmiş insanlık dışı eylemlerin bir özetini imzaya bağlamayı görev” saymışlardı.
Gene de Bulgaristan’daki Türklerin sayısı, Bulgarlar için hâlâ tehdit edici düzeydeydi. Makedonya (Kosova Manastır, Selanik vilayetleri) ile Trakya’da ise Türk ve Müslümanlar çoğunluktaydı. Müslüman nüfusu rahatsız ederek uzaklaştırma siyaseti, o yüzden, savaştan sonra da devam etti. Makedonya’da sivil halka yönelik çete saldırılarının ardı arkası kesilmedi. Bulgaristan’ın 1885’te Doğu Rumeli’yi, Avusturya’nın da 1908’de Bosna Hersek’i ilhakı üzerine, Hıristiyanların yönetimi altında yaşamayı kabul etmeyen Müslümanlar dalgalar halinde Türkiye’ye göçtü. Karadağ’da neredeyse tek bir Müslüman kalmadı. Öte yandan Ege adalarındaki Türkler de bir daha dönmemek üzere Anadolu’ya taşındı. Örneğin Girit’te, 1821’de Müslüman Türklerin sayısı 160 bindi. Bu sayı 1876’da 95 bine, Girit’in kaybedildiği 1897’den sonra da 33 bine kadar düştü. (Onlar da Türk-Yunan mübadelesinde topraklarını terk etmek zorunda kaldı.) Sonuçta bütün bu bölgelerden, savaştan sonra gerçekleşen göçlerle yaklaşık 340 bin kişi daha Osmanlı ellerine sığındı.
Veda Zamanı
Son darbeyi Balkan Savaşları vurdu; ama bir farkla: Bu kez öldürülenlerin sayısı İstanbul ve Anadolu’ya sığınabilenlerden çok daha fazlaydı.
Balkanlar’da Türk olsun, Arnavut, Tatar, Çerkes, Roman olsun konuştuğum pek çok kişiye Balkan Savaşları’nın anılarını sormuştum. Yüz yıl içinde defalarca yanmış yakılmış, her seferinde bir öncekinin acılarını unutturacak dehşet olaylarını yaşamış bir coğrafyada olduğumu hesaba katmamıştım. Onların anılarını belirleyen, kendilerinden önceki kuşakların yaşadıkları değil bizzat kendi yaşadıklarıydı. Esat Berişa, bir Arnavut tarihçiydi. Balkan Savaşları’nı biliyordu elbette, Arnavutların ve Türklerin çok acı çektiğini de. Bir kıyaslama yapmıştı: 1995’te başlayan Sırp saldırıları sonucu bir milyon Arnavut’un mülteci durumuna düştüğünü, 121 bin evin yakıldığını, binlerce kişinin öldürüldüğünü, yüzlercesinin hâlâ kayıp olduğunu söylemişti. Bundan hemen önce de Bosna’da 250 bin kişi öldürülmüş, 2 milyon insan göç etmek zorunda kalmıştı. “20. yüzyılın sonunda bunlar yapılabildiğine göre, 1912’de yaşananlar hayal bile edilemez” demişti.
Balkan Savaşları’nda Osmanlı’nın ilk ve en ağır yenilgiyi aldığı Kumanovo’da, Kosova’nın şehir ve köylerinde, Manastır’da, Üsküp tren istasyonunda, Selanik’e uzanan Vardar Vadisi’nde savaşın ve göçün izlerini aradım. Şehirlerdeki hazin yıkıntılardan ve Türkiye’ye göçenlerin arkada bıraktığı unutulmaya terk edilmiş hüzünlü akrabalardan başka bir şey bulamadım. Ne bir fotoğraf, ne bir anı defteri. Bosna Hersek, Karadağ, Sırbistan, Arnavutluk, Kosova, Makedonya, Romanya, Bulgaristan ve Yunanistan coğrafyasını kat eden yolculuğumda rehberim, savaşı izleyen gazeteciler ve o sırada Balkanlar’da bulunan bazı gözlemciler ve seyyahlar oldu.
İlk durağım Kosova’ydı. Bu küçük ülke, hâlâ Osmanlı Rumeli’sinin bir özetiydi. Yüz yıllık etnik şiddete ve asimilasyon politikalarına rağmen, bazıları tükenme noktasına gelmişse de Balkanlar’ın tüm renklerini barındırıyordu. Nüfusun çok büyük bir kısmını oluşturan Arnavutlar, Balkanlar’da ikinci bir Arnavutluk devleti ilan etmenin heyecanını yaşıyorlardı. Arnavut kimliği her yerde baskındı ama Türklerin, Romların (Çingeneler), Boşnakların, Goralıların, Sırp ve Hırvatların kendi kimliklerini sakınmadan yaşayabilecekleri bir ortam vardı. Bu bakımdan Balkanlar’ın en şanslı ülkesi olduğu izlenimini veriyordu. Sanki tüm yarımadayı tek tipleştiren Balkan Savaşları, sürgün ve katliamlar, asimilasyon politikaları ve son Sırp saldırıları burada işe yaramamıştı. Bunun en önemli nedeni yüz yıl önce de Kosova’nın bugünkünden daha yoğun bir Müslüman nüfusa sahip olmasıydı. Arnavutlar ve Türklerle birlikte burası tam bir Müslüman yurduydu. Burada etnik temizlik, koca bir ülkeyi insansızlaştırmak demekti.
Gene de denendi. Sırplar, 1389’da kaybettikleri Kosova Savaşı’nın intikamını Kumanovo galibiyetiyle almışlardı ve tüm Kosova ellerine düşmüştü. Bir hayır kurumu görevlisi Mary Edith Durham, o sıralar Karadağ’daydı. Çarpışmalar sona erince Prizren’e gitmek istedi, ancak Sırp yetkililer izin vermedi. Durham, savaş alanlarından dönen yaralı Karadağlılara gitmesine neden izin verilmediğini sorduğunda şu cevabı aldı: “Tek bir Arnavut’un suratında burun bırakmadık da ondan!” Durham, sonradan Arnavutluk’un kuzeyinde burunları ve üst dudakları kesilmiş esir Osmanlı askerleriyle karşılaştığında derin bir infiale kapıldı.
Danimarkalı bir gazeteci de Priştine’de beş bin Arnavut’un öldürüldüğünü, “Sırp harekâtının, Arnavut halkına yönelik dehşet verici bir katliama dönüştüğünü” yazmıştı. Üsküp Katolik başpiskoposunun Vatikan’a verdiği rapora göreyse, Ferizaj’da yaşı 15’in üstünde olan Müslüman Arnavutlardan yalnızca üçü sağ bırakılmış, Gjilan’daki Müslüman nüfus katledilmiş, Yakova ise tümüyle yağmalanmıştı.
Balkan Savaşları’nı bir gazeteci olarak izleyen Rus Devrimi’nin ikinci büyük önderi Troçki, işlenen insanlık suçlarını günü gününe yazan nadir gazetecilerdendi: Prizren “ölüm krallığı gibi görünüyor. Arnavut evlerinin kapıları çalınıyor, erkekleri dışarı çıkarıp anında vuruyorlar. Yağma, talan ve tecavüzlerin ise haddi hesabı yok.” Troçki, Müslüman köylerini yağmalayıp, insanları katleden ve komitacı denilen çeteciler arasında “entelektüeller, fikir adamları ve ateşli milliyetçilerin” de bulunduğunu öğrendiğinde şaşkına dönmüştü. Yaşananların nedenini de yazmıştı: “Sırplar etnografik istatistiklerde kendi işlerine gelmeyen verileri düzeltme yönünde ulusal bir çabayla, tamamen sistemli bir şekilde Müslüman nüfusu yok etmektedirler.”
Üsküp’e yamaçlarına Arnavut ve Boşnak köylerinin yayıldığı bir vadiden geçerek ulaştım. 1912 sürgünleri ve 1997’deki Sırp vahşetinden kaçan Kosovalı Arnavutlar da bu yolu izlemişti. Şehirde ziyaret ettiğim yerlerden biri tren istasyonuydu. Bir fotoğraf belleğime kazınmıştı çünkü. Şehre giren Sırp askerleri tren istasyonundaki, Osmanlıca adının yazılı olduğu tabelayı kaldırıp, “Skopje” yazılı yenisini yerleştiriyorlardı. Bunun işgalcilerin törensel bir tavrı olmadığı çabucak anlaşıldı.
Üsküp, sırf Türk kimliği nedeniyle, Balkan Savaşları’nda en çok acı çeken kentlerden biri olmuştu. Kumanovo yenilgisinin ardından Üsküp’teki Osmanlı askerleri kentten çekilmişlerdi. Türklerin bir kısmı, askerin arkasına takılıp gitmişti; bir kısmı da çetelerin saldırısı üzerine yollara düştü. Ermeni gazeteci Aram Andonyan, “Kadınlar ve çok sayıda yalınayak çocuklar, hazin kervanlara katılıp Selanik’e doğru inmeye başladılar. Birçok göçmen katledildi, kadın ve kızlar kaçırıldı veya tecavüze uğradı, hatta küçük çocuklar boğazlandı… Bütün Makedonya’da amansız katliamlara giriştiler.”
Troçki’nin anlattıklarına göre, şehirde gündüz askerler, gece komitacılar işbaşındaydı. “Türk ve Arnavut evlerine girip her seferinde aynı işi yapıyorlardı: Yağmalayıp öldürmek.” Asıl büyük felaket şehir dışındaydı. Üsküp yolunda, her yer yanıyordu. Çamura bulanmış yollarda, aç ve sefil “kör yürüyüşünü” sürdüren muhacirler kurşunlara ya da süngülere kurban gitmiyorlarsa açlıktan ve salgın hastalıklardan telef oluyorlardı. “Korkunç bir durum… Radovişta ile İştip arasında yaklaşık 2 bin Türk göçmen, çoğu kadın ve çocuk, açlıktan öldüler-sahiden yalnızca açlıktan.”
Bulgar ve Yunan işgalinin yaşandığı bölgelerde olanlar da utanç vericiydi. Makedonya bir cehenneme dönmüştü. İngiliz konsolosluk raporlarından birinde, “Kavala ve Drama yörelerinde … çile çekmemiş tek bir Türk köyü bile yok gibidir. Çoğunda düzinelerle erkek kıyımdan geçirilmiştir, ırza geçmeler ve talan etmeler olmuştur” diye yazılmıştı. Rainovo, Kilkis ve Plantza’da Türkler toplu halde yakma yoluyla infaz edilmişti. Rodop Dağları’ndaki Pomak köyleri top ateşine tutularak yok edilmişti. Dimotike’de “silahsız Türkleri nehre atıp yabanördeklerine ateş eder” gibi avlamışlardı. Mustafapaşa’da hayat bir “şeytan oyununa” dönüşmüştü. Makedonya Lejyonu denen katiller çetesinin geçtiği her yerde, örneğin Tırnova’da, Kırcali’de, kadını ve erkeğiyle Müslümanlar “boğazları kesilmiş” olarak yatıyorlardı. Yunanlılar ise örneğin, Pravişta, Doyran, Gevgili ilçelerinde hemen hemen bütün ileri gelen Müslümanları öldürdüler. Gümülcine’de, Kavala’da, Serez’de, Ustrumca’da öldürülenlerin sayısı hesapsızdı. Örneğin Kavala’da yerliler hariç, buraya sığınmış yedi bin muhacir katledilmişti. Serez’de öldürülenler beş bin kadardı.
Kosova’dan itibaren göç yollarına düşenler Vardar Vadisi üzerinden Selanik’e yığılıyordu. O sıralar Selanik hâlâ Osmanlı toprağıydı ve Balkanlar’da sığınılacak son noktaydı. Ancak Selanik’in kaderi de farklı olmadı. Yunanlılar Selanik’i bir protokol ile savaşsız ele geçirmişti. Selanik’teki Türklerin ve savaş boyunca buraya doluşmuş on binlerce sığıntının hayatları garanti edilmiş, talan ve yağmaya göz yumulmayacağı taahhüt edilmişti. Tam tersi oldu. Türklerin ve Yahudilerin ne canı ne de malı korundu. Bir Alman gazeteci, Selanik’in fethini şöyle duyurdu: “Talan, katliam, ırza geçme, korkunç oranlara yükseldi.” Times muhabiri ise “Yunanistan’ın zaferini ne yazık ki fazla takdir edemiyoruz” diyerek olanları özetledi. Tarihçi Mark Mazower, özellikle şehir dışındaki köylerde Türklerin nasıl sürüldüğünü ve katledildiğini ayrıntılarıyla anlatırken, çarpıcı bir ayrıntıya da yer verir: “Müslümanlar yakalarına haç takmaya zorunlu tutuluyorlardı.”
Yaşananlardan üç yıl sonra Selanik’e gelen Amerikalı gazeteci John Reed, Türk şehri olarak nitelediği Selanik’in ölümünü yazmıştı. “Türk şehir geriliyor. Camiler birbiri ardına yıkıntı haline geliyor ve her ay müezzinin yüzyıllardır ezan okuduğu bir minare daha susuyor ve ıssızlaşıyor. Selanik Türkleri can çekişiyordu. Kentin kendisi de can çekişiyordu: Ülkesinden koparılmıştı.”
Savaşın başladığı 1912’den itibaren Türkiye’ye sağ salim ulaşabilmiş sürgün sayısı 413 bin 922 kişiydi. Balkanlar’da kalanların da sayısı belliydi ve göç edenlerle kalanların sayısı toplandığında savaş öncesindeki nüfusun yaklaşık 650 bininin kayıp olduğu ortaya çıkıyordu. Bunların tümünün katledildiği, açlık ve hastalıklara kurban gittiği kesindi. Balkan Savaşları’nda ölen, esirken öldürülen on binlerce asker ile devlet görevlileri ve aileleri bu sayılara dahil değildi.
Balkanlar’daki Müslüman nüfusunun yüzde 35’i sürülmüş, yüzde 27’si kıyıma uğramıştı. Kalanlar artık azınlıktaydı. “Irklar savaşı” meyvesini vermiş, yüz yıla yayılan etnik temizlik hareketi sonucunda Türkler, Balkanlar’ın hayatından uzaklaştırılmıştı. Bu da yetmemiş olacak ki, Balkanlar’da kalan Türklerin, Arnavut ve Boşnakların Türkiye’ye sürgünü 2000’li yılların başına kadar devam etti. Yeni Türkiye Cumhuriyeti de, kurulduğu günden bu yana kesintisiz süren, kimi dönemlerde kitlesel nitelik kazanan göçleri karşılamak zorunda kaldı.